
Hospet'ten kalkan sabah 9 Gokarna otobüsüne yetiştik ve yolculuk başladı. Yolculuk özetle anlamsız sollamalar ve sadece “bazen” çalınmayan kornalarla geçti… “Şimdi ölüyoruz.”, “Az önce kurtardık ama bu sefer kesin ölüyoruz.” tedirginliği beynimi yedi bir süre… Kulağımı tırmalayan acı korna seslerine ise 1 saatin sonunda alıştım ve 10 saatlik yolculuğu kitap okuyarak, uyuklayarak tamamladım. Yolun başında “Bu yolculuk nasıl 10 saat sürecek, çok fazla değil mi?” yakarışlarım, saat başı hatta bazen yarım saatte bir durulan ve 10 dakika beklenen duraklarla cevaplanmış oldu.
Video: 8 Ocak 2016, Gokarna yolunda otobüs kornalarımız
Gokarna'ya vardığımızda tuktuk şoförlerinin ısrarcı olmayan tavrı ile rahatladım ve bu sefer turistik bir yerde değiliz diye mutlu oldum. Dehra Dun'dan arkadaşımız Rachel ile iletişime geçip onun kaldığı yere gitmek istiyorduk. İnternet cafe bulup facebook mesajlarımızı kontrol ettim ancak henüz dün gönderdiğim mesajımı görmemişti. Biz de internet cafede rastladığımız bir turiste en yakın ve ucuz nerede kalabiliriz diye sorduk ve tavsiyesiyle ilk gece konaklamamızı güzel bir yerde geçirmiş olduk. Guesthouse sahibi teyzenin ilk gösterdiği oda hücre gibiydi, daha iyi bir yer yok mu dediğimizde gösterdiği hut ise saray gibi geldi.
Sabah toparlanıp, eşyaları aynı teyzeye teslim edip, Rachel'ın kaldığı yeri bulmak ümidiyle kendimizi sahillere vurduk. İlk gece konakladığımız yer Gokarna Plajı'nın başındaydı ve o kadar kalabalık ve pisti ki, bu plajda olamazlar diye aksi yöne doğru dağ tepe aşarak yürümeye başladık.
3 plaj gezdik, Rachel'a rastlayamadık. Sonunda Kudle Plajı'ndaki bir guesthouse/restoran ile sözleşip akşama doğru geleceğiz dedik. Artık saat öğlen 2 olmuştu ve açlıktan ölmek üzereydik, kendimizi aynı plajdaki farklı bir lokantaya attık. Şansımıza wifi vardı ve Rachel da aynı anda facebook'taydı. Rachel Gokarna Plajı'nda olduğunu söyleyince şoka girdim, dibimizdeki plaj yerine tüm gün farklı yerlerde ter döktük! Gokarna Plajı'nda nasıl güzel bir yer bulmuş olabilirler diye kendi kendime endişelenmeye de başladım elbette… Yemeğimiz bitti, “bu akşam geleceğiz” dediğimiz guesthouse'a gidip gelmeyeceğimizi haber vermek konusunda kararsız kalıp güneşin bunaltıcı sıcağının yarattığı uyuşuklukla haber vermemeye karar verdik. Bir yandan zaten birilerini bulurlar ya diye kendimi avuturken, bir yandan da bu kötü karma olarak bize geri dönecek diye Deniz'e mızırdanıyordum.
Akşama doğru eşyalarımızı aldık, Rachel'ın olduğu yere gittik. Kalacağımız kocaman bahçeyi, ıssız plajı ve sevimli restoranı görünce tüm günkü yorgunluğumuz gitti.
Yemeğimizi yedik, kulübemize (hut) geçtik. Yerdeki minik siyah pislikler, köşede birazı yenmiş tatlı patates ve tıkırtılar kulübede yalnız olmadığımıza işaret ediyordu. Bir süre tedirgin olup sonra kendimizi “Aman süleymancıklardır!” diye avuttuk ve çarşafımızı serip yatağa geçtik. Benim müthiş koku duyularım uyutmadı çünkü çiş kokusu alıyordum. Bir yerden koku geliyor diye söylene söylene yatakta döndüm ve sonunda kokunun yataktan, benim yastığımın altındaki kısmından geldiğini fark edip yerimden fırladım. Gece gece başka şansımız olmadığı için başımızı koyduğumuz tarafı değiştirip uyumaya devam ettik. Tabii ki ben sürekli kıpır kıpır, çiş kokusunun bir kediye ait olması ümidini içimde taşıyarak uyudum. Sabah kalktığımızda yerdeki pislikler artmıştı, tatlı patates de neredeyse yarılanmıştı. Çarşafı yıkamaya vermek ve yatağı değiştirtmek için eşyaları toplarken, çarşafın altında yani yatağın üstünde bir sürü fare pisliği olduğunu görünce “Dedim ben, adamlara gelmeyeceğimizi söylemediğimiz için kötü karma peşimizi bırakmadı” diye söylenmeye başladım. Kötü karma deyince daha havalı oluyor ama işte bildiğimiz eden bulur dünyası.
Yatağı değiştirmeleri için kulübelerin sahibiyle görüştük. Ertesi gün başka bir kulübeye geçeceğimiz için bugün aynı yatakta yatmamızı teklif ettiler. Adamlar o kadar masum ki insan sinirlenemiyor. Çünkü onlar için normal. Yani ne olmuş fare boku ve çişiyle yattıysan. Bir de zaten yatmışsın bir gün, bir gün daha yatıver ne olacak? Sinirlenmeden, tatlı tatlı değiştirmeleri gerektiğini anlattık. Çok net konuştu; saat 18:30'da değişecek dedi. Gece 11'de geri döndüğümüzde yeni değiştiriyorlardı :) Temiz yatakta da olsak, bir önceki gece birlikte yatmış olduğum fare boklarını aklımdan çıkaramayarak zor da olsa uyudum. Ertesi sabah ise boşalan diğer kulübeye adeta koşar adım gidip, orada kalan kız daha çıkmadan eşyalarımızı odaya yerleştirdim. Hamaklarımız, yoga yapabildiğim minik bahçemiz, dalga ve kuş seslerimiz ile yeni bir evimiz oldu.
Tam huzura kavuşmuşken, kumsaldan hutlarımızın olduğu bahçeye girmek üzereyken “Aaa yılan!” diye heyecanla durdum. Gerçekten heyecanla çünkü çok yılan görmek istiyordum. Yılan da bizi fark etmiş olmalı ki yavaş yavaş, süzüle süzüle uzaklaşmaya başladı. Ama git git bitmiyor yılan! 2 metre boyunda, alt bacağım kalınlığında simsiyah bir yılan! O süzülürken biz durduğumuz yerden “oha! oha! ooooohaaaa!” demekle yetindik. Yılan gördüğüm için çocuk saflığıyla mutlu, aynı zamanda korkak ve tedirgin yılanın geçtiği yoldan geçip evimize girdik.
Yılanlara ve gelincik olduğunu tahmin ettiğimiz kemirgenlere bile alışmıştık ama kaldığımız bahçede duş için kullandığımız suyun sarıya dönmesi biraz keyfimizi kaçırdı. Biz de yanımızdaki restoranın kulübelerinden birine yerleştik. Burada daha huzurluyuz çünkü gece daha sıcak oluyor ve temiz suya ulaşmak için uzun bir yol kat etmemiz gerekmiyor.

Gece ateş yakıyoruz, ayı izliyoruz, patates pişiriyoruz. Ateş başında bir Alman Gülpembe söylüyor, heyecanlanıyorum. O kadar da sevmem bu şarkıyı ama insan özleyince sevmediği şarkı bile güzel geliyor kulağına.
Video: 12 Ocak 2016, Gulpembe, Gokarna Beach

Bir aileden bahsediyor arkadaşlar. Harıl harıl çalışan bir aile. Evlerindeki 2 odayı kiralıyorlar. Anne gündüzleri terzilik yapıyor, baba da bir plajda çalışıyor. Ayrıca bisikletlerini, motorsikletlerini de kiralıyorlar. En güzel haber ise akşam yemeği yapıyorlar. Sabahtan haber veriyoruz, akşam da harika yemeklerini yiyoruz 60 rupee'ye (3TL). En güzel, temiz ve sağlıklı yemekler hep evde pişenler oluyor. Küçük kızları bizim için chapatti hazırlıyor ballı elleriyle, en güzel chapatti olarak midemin hafızasına kaydediyorum.


En güzel günümüz scooter'a atlayıp alıp başımızı gittiğimiz ve yeni yerler keşfettiğimiz gün oluyor yine. Karşı kıyıya geçmek için kayığa biniyoruz ve tabelaların gösterdiği yerler yerine gördüğümüz ara yollara sapıyoruz.

Turistsiz, güler yüzlü insanların yaşadığı minik köyler ve balıkçılarla dolu sahiller geziyoruz. Küçük yerlerde gezerken İngilizce bilen birine rastlamak neredeyse imkansız ama İngilizce bilip senden bir parça koparmak için beynini yiyen turist avcılarındansa; güler yüzlü ve işaretlerle anlaştığın köy insanlarının olduğu bir yerde vakit geçirmek, sana sadece “hello!” demek için kafasını uzatan, koşan, el sallayan insanlarla iletişim kurmak çok daha keyifli oluyor.







Kimsenin olmadığı, yürünerek ulaşılan minik bir adacıktaki tapınak diğer tüm “meşhur” tapınaklardan daha çok heyecanlandırıyor, kocaman yengeçler göre göre yürüyoruz tapınağa.

Denize girip güneşlenmektense, kocaman minareler içindeki yengeçleri seyretmek mutlu ediyor.

Yolda giderken çiçek kokusunu duyunca mola veriyoruz. Tohumunu bulmak için tek tek düşen çiçekleri inceliyoruz. Ağacın altında oturup kokuyu içime çekiyorum bol bol, unutmak istemiyorum.

Kendi kendime söz veriyorum; bir daha geldiğimde Hindistan'a köylerde kalacağım sadece, belki birinin evinin bir odasında, belki de evinin bahçesinde çadırımda uyuyacağım. En güzel yemekleri yiyeceğime, en güzel sohbeti köy insanlarıyla edeceğime ve en güzel gülen insanları buralarda bulacağıma eminim.

Gokarna'da ikinci haftamızı yarıladık. Bir kaç gün sonra yola koyulacağız, nerede ne yapacağız bilmiyoruz yine.
Namaste!