
Şu anda oldukça yorgun, yüzüm güneşten kızarmış bir şekilde yazıyorum.
Dün Ko Lanta'yı keşfe çıktığımızda buranın sevimli pazarlarından birine denk geldik ve yine harika meyveler denedik. Hepsini yedikten sonra fotoğraf çekmediğimi anımsadığım için üzgünüm, elbet tekrar yerim ve bu sefer fotoğrafını çekerim diye umuyorum :)
Yağmura yakalanıp bir yere sığınıp yağmurun durmasını bekledikten sonra bulduğumuz kumsallara, koylara bıraktık kendimizi. Daha önce de dediğim gibi buranın denizi benim sevdiğim gibi soğuk değil ama deniz kabukları durumu telafi etmeye çalışıyor…
Adanın her köşesinden ayrı güzellikte bir manzara karşılıyor insanı, adalar sevilesi yerler. Mis gibi çiçek kokularını ciğerlerime dolduruyorum. Arada bir aldığım kekik kokuları ise Bozcaada'yı anımsatıyor bana, mutlu oluyorum. Evet Tayland'da bile Bozcaada sevdamdan vazgeçemiyorum.

Salıncakları çok severim hala. Bıraksanız sanırım saatlerce sallanabilirim. Harika bir manzaraya karşı, seyrek ağaçların arasında kocaman bir salıncağa denk geliyoruz. Çok büyük ve sallanırken sürekli düşecek gibi hissediyorum, birazcık korkutuyor.Kaldığımız yere dönünce yine kanı sıcak insanlarla tanışıyoruz; Brezilya'dan. Değişik hikayeler duymak, bu farklı hayatların kahramanlarıyla sohbet etmek ne kadar büyük bir ayrıcalık. Bizim gibi daha önce Hindistan'a seyahat eden insanlarla sohbetlerimiz ise büyük kahkahalarla sürüyor. Treni 7 saat rötar yapıp uçağını kaçıranlar, treni 6 saat rötar yapınca Delhi tren istasyonunda kalıp delirmemek için tuk tuk şoförüne para verip “Bizi 1 saat buradan uzaklaştır. Nereye olursa oraya götür.” deyip şoförün evine gidenler; hepimiz Hindistan'dan trajikomik, acı, tatlı, huzurlu, huzursuz anılarla ayrılan ve bir türlü gördüklerini sindirememiş, içine girememiş yolcular olarak kahkahalarla gülüyoruz her bahsedişimizde. Son nokta orası herhalde diyoruz, son noktayı gördük ya artık bize bir şey koymaz. Ve bu son nokta nasıl olduysa çok da sevdirmiş kendini bize. Sorana git diyoruz, biz de gideceğiz bir daha diyoruz. Belki bu sefer daha hazır olarak hayatın orada önümüze sunduğu gerçeklere…

Kaldığımız yere dönünce yine kanı sıcak insanlarla tanışıyoruz; Brezilya'dan. Değişik hikayeler duymak, bu farklı hayatların kahramanlarıyla sohbet etmek ne kadar büyük bir ayrıcalık. Bizim gibi daha önce Hindistan'a seyahat eden insanlarla sohbetlerimiz ise büyük kahkahalarla sürüyor. Treni 7 saat rötar yapıp uçağını kaçıranlar, treni 6 saat rötar yapınca Delhi tren istasyonunda kalıp delirmemek için tuk tuk şoförüne para verip “Bizi 1 saat buradan uzaklaştır. Nereye olursa oraya götür.” deyip şoförün evine gidenler; hepimiz Hindistan'dan trajikomik, acı, tatlı, huzurlu, huzursuz anılarla ayrılan ve bir türlü gördüklerini sindirememiş, içine girememiş yolcular olarak kahkahalarla gülüyoruz her bahsedişimizde. Son nokta orası herhalde diyoruz, son noktayı gördük ya artık bize bir şey koymaz. Ve bu son nokta nasıl olduysa çok da sevdirmiş kendini bize. Sorana git diyoruz, biz de gideceğiz bir daha diyoruz. Belki bu sefer daha hazır olarak hayatın orada önümüze sunduğu gerçeklere…
Bugün ise 3 aydır ilk kez turistik bir aktiviteye katılıp çevredeki minik adalara gittik. Turistik olan kısmı sadece parasıydı diyebilirim. Zira 1300lü yıllardan kalma bir bot ile, sırılsıklam olarak gittik ve sırılsıklam olmaya devam ederek geri döndük; tecrübesiz bir kaptana denk geldiğimizi düşünüyorum. İlk ıslanmalar ve botun yana doğru yatmalarında ben tabii ki yine köpek balıklarını düşünmeye başladım; “Acaba burada varlar mıdır?”, “Eğer batarsak bir yerimi kanatmamalıyım yoksa hemen gelirler.”, “Kolumu falan koparmaya kalkarsa ben direk kafamı ağzına sokayım.”, “Denizle sımsıkı sarılırsak ikimizi birden yer, ayrı ayrı ölmeyiz.”




İlk durduğumuz yerde daha suya girmeden suyun üzerinden bile görünen sapsarı balıkları görünce sevinç çığlıkları atmaya başladım. Aralarına daldığımda tenime değmeye başladılar, heyecandan bir süre deniz gözlüğünü takamadım. Bir yandan deniz altında kullanılabilecek bir kameram olmadığı için hayıflanırken, diğer yandan da bu benim için bir şans sadece gözlerimle görüp tenimde hissedip her anını hafızama tüm detaylarıyla kazımam lazım diye düşünmeye başladım.
Çeşit çeşit, rengarenk balıklar gördüm;ince uzun mor yüzgeçliler, kocaman masmavi olanlar ve yassı, sarı mavi çizgili ve kafasından geriye doğru bir ip gibi uzanan yüzgeçleri olanlar… Kocaman istridyeler ve kıvır kıvır, dalgalı, benekli, çizgili çeşit çeşit deniz bitkileri gördüm. Kaptan ananas attı balıklara ve ağızlarını açıp kapamalarını burnumun ucunda izledim. Arada benden de bir parça koparmak istediklerinde ise gıdıklanıp kikirdeyerek balıklarımla çok eğlendim.
Ah! En çok yanımda bir kamera istediğim ama sonra kameram olmadığı için yine şükredip; her köşeyi, her rengi, her şekli, her kokuyu zihnime kaydetmeye başladığım Morakot mağarası… Mağaranın girişinden yüzmeye başladığımızda beni neyin beklediğinden habersizdim. Sırt üstü yüzmeye başladım, sakin sakin. Mağaranın tavanındaki her bir girinti çıkıntıyı, lekeyi, ışığın aydınlattığı detayları izledim. Ve mağaranın diğer ucu… Zamanında korsanların hazinelerini sakladıkları, benim ise burası bir hazine burada yaşamalılarmış diye geçirdiğim minik kumsal… Metrelerce yüksekliğindeki kayalar dört yanını çevreliyor. Sadece gökyüzünü ve mağaradan geri dönüş kapısını görebiliyorsun. Kayaların arasında can bulmuş yemyeşil, çeşit çeşit ağaçlar ve Tarzanın ağaçlar arasında tutunarak gezdiği ağaç dalları gibi dallar… İlk kez bu kadar büyülendiğim bir yerde kamerasız ve telefonsuzdum. Gözlerim, tenim, kulaklarım, burnum her şeyi hissedip kaydetmek için iş başındaydı. Etrafımda dönerek düşen yaprakları izledim, ağaçların kokusunu içime çektim, ince ince yağan yağmurun tenimi okşamasına izin verdim.
Alakasız biliyorum. Az önce birbirlerini 1 yıldır görmeyen arkadaşların birbirlerine sarılmasını gördüm. Hani araba tümsekten geçerken içinizden bir şey gider ya, öyle oldu. Hani bir de soğan doğrarken gözleriniz yanar ve yaşlanır ve hatta bir de bir kaç damla yaş düşer ya, öyle oldu.
Sizi özledim.