
Bu sefer az yazdım seyahat ederken. Yazacağım deyip ertelediğim de oldu ama sanki en çok da günlük yazmaya, resim çizmeye bıraktım kendimi. O yüzden de zorlamadım, ittirmedim.
Zorlamamayı öğrendiğim 1,5 yıldı zaten geride kalan ve Hindistan’da da mükemmellikle olan sınavım üzerinde çalıştım belki de… Mükemmel olmak ya da olmamaktı derdim hayatım boyunca ve kabak gibi karşımdaydı bu dönemde de aynı olgu…
Yoga hocalık eğitimlerine katılanlar bilirler, eğitimlerde “çember”ler olur. Eskiden dalga geçtiğim terapi çemberleri gibi, aynı amaç için bir araya gelmiş ya da hayatın bir şekilde bir araya getirdiği insanlar kocaman bir çember halinde otururlar. İlk gün birbirinin gözünün içine bakmaya çekinirsin. En mahrem yaranı dile getirmekten korkarsın, en zayıf yanını göstermekten kaçarsın.
İlk çemberim ilk eğitimimdeydi; heyecanlı bir kuş gibiydim. Benim gibi heyecanlı kuşlarla, kalbim pır pır ederek paylaşmaya başlamıştım. İkinci çemberim geçen yıl, belki de en çok zayıf yanımı göstermekten korktuğum bir döneme denk gelen asistan olduğum eğitimdeydi. Boğazım düğümlenmişti, kalbim çarpıyordu, sıra bana geldiğinde ağlamaktan korkuyordum. Herkes tek tek konuşunca ve ben her birinde kendi acımı, yaramı, sevincimi, korkumu görmeye başlayınca ve bakınca hocamın gözlerindeki “yapabilirsin, sana güveniyorum ve her şey olması gerektiği zaman olacak” bakışına; sıra bana geldi ve dolu dolu ağladım. En çok güvendiğim yerden yara alıyordum; ilişkimden. Çok ağladığım çemberler geçirdim, çok güzel dostlar edindim o çemberden ve yalnız olmadığımı hissettikçe güçlendim.
İlişkilerle büyüyorum ben. Aşklarla; bazen bir erkeğe, bazen bir arkadaşıma, bazen bir hayvana, bazen yogaya yani hayata duyduğum aşkla…
1,5 yıl önce utandığım şeyleri yazmaya başlıyorum sanırım şu anda; zerre utanç kırıntısı olmadan içimde…
Bildiğim, öğrendiğim ilişki kalıplarının dışına çıkarak yoğruldum. Çok sevdiğim adamı “nasıl” sevdiğimi ve hala ne çok sevdiğimi gördüm. Ve sevginin bir biçiminin, bir kalıbının, bir olurunun olmadığını ya da hiçbir şeyin olmak “zorunda” olmadığını ya da hayatta hiçbir şeyin “mükemmel” olamayacağını, olduğu haliyle zaten “mükemmel ve tam” olduğunu gördüm.
Bazen eleştiren ya da yargılayan gözlere maruz kaldım ve bu gözler en çok da benim içimde, benim zihnimdeydi. Ama en çok da sırtımın arkasında, kalbimin yanında bir sürü el, bir sürü kalp olduğunu fark ettim.
Çok şanslıydım, çok şanslıyım. Hayat bana hala gözlerinin içine baktığımda kırgınlık ya da kızgınlık olmadan sevdiğim bir adam vermişti, dost vermişti. Dostça, el ele, göz göze, en utanç verici halimizi birbirimize söyleyerek, göstererek; sımsıkı sarılıp deli gibi ağlayarak bir ilişkiyi bitirebileceğimi daha doğrusu dönüştürebileceğimi gösterdi bana hayat. Büyük aşkım büyük dostum oldu.
Ve ben sürekli savrulurken, inip çıkarken, sürünürken; yazarken bile içimden sevgi taşan, kalbimi deli gibi çarptıran ne çok güzel insan, ne çok güzel arkadaş, dost ve aileye sahip olduğumu gördüm bu 1,5 yıl içinde. Her birine kalbimin derinlerinden “olmasaydınız ne yapardım?” dedim.
Bu yazıyı neden yazıyorum neden yazdım bilmiyorum. Hayatımdaki herkese bir teşekkür, belki de en çok hayatın kendisine teşekkür için bu yazı.
Karşıma çıkan her engele, her çukura, her hüzne, her sevince, her ayrılığa, her birleşmeye, her bir insana teşekkürler demek için yazıyorum. Ve kalbime açıldığı için teşekkür ediyorum ve kalbime bazen kendini korumak adına kapandığı için de teşekkür ediyorum.
Ve yollara teşekkür ediyorum; bana beni gösterdikleri için…