top of page

Özledim


Çok küçükken okumaya başladım Nazım Hikmet'i… Babamın benimle birlikte büyüyen kitaplığında hep en kıymetli köşeye sahipti O'nun kitapları. Hem severek okur, hem de anlamakta zorlanırdım. En kolay anladığım, en kolay içime işleyen, en çok sevdiğim Kız Çocuğu şiiriydi.

Hiroşima ‘da öleli, Oluyor bir on yıl kadar. Yedi yaşında bir kızım. Büyümez ölü çocuklar.

Ezbere bildiğim ve her cümlesinde içimi acıtan şiir… Her Japonya dediğimde aslına bakarsanız sakura çiçeklerinden önce Hiroşima gelir aklıma.

Anlamakta zorlanırdım O'nun şiirlerini… Memleketini hep çok sevmişti, yere göre sığdıramamıştı şiirlerinde. Ben de şiirlerinin içinden daha “memleketsiz” olanları okumayı isterdim ve bazen içten içe, çocukça “keşke yaşasaydı da, nasıl bu kadar çok seviyor sorsaydım.” derdim.

İnsan hayatında bir şekilde tanışır ya acılarla, sanki ben önce O'nun çektiği acıları öğrendim şiirlerinden ve babamın anlattıklarından; sonra babamın, sonra annemin ve sonra da “memleketimin” topraklarında yaşayan diğer tüm insanların acılarını öğrendim birer birer… O yüzden olacak ki ben hiç “memleketim” diyemedim. Hiç öylesine derinden sevemedim. Düzene söverken, doğduğum toprakla bağımı da hissedemez oldum.

Yollara düşünce ve ben parça parça değişince, içimdeki sevmeler de değişti. Yoldayken fark ettim ki doğduğum toprağın acısı, benim de içimi acıtmış. O acı hem kaya gibi sert, hem de pamuk gibi yumuşacık yapmış beni. Ve hiç bilmediğim bir bağ varmış o toprakla aramda.

Benim sevgisizliğim toprağın acısına acı katanlardan, güzelliğini elinden alanlardan, rengini kana bulayanlardan ötürüymüş… İsyanım da aslında çok sevmemdenmiş; tüm dilleriyle, tüm dinleriyle, tüm ırklarıyla yani eksiksiz her bir rengiyle birlikte…

Yani Nazım dede eşekliğime ver, ancak 31 yaşımda anladım seni; senin ne güzel sevdiğini, memleketin senin sevdiğin gibi sevilebileceğini, isyanımın çok sevmekten olduğunu ve bu içine edilmiş memleketin senin özlediğin gibi özlenebileceğini…


bottom of page