top of page

Seni seviyorum anneanne...

Eskiden ölümden çok korkardım, ölmekten yani... Sonraları saçma gelmeye başladı, yavaş yavaş azaldı kendi ölüm korkum. Belki de en büyük ve en sahici korkum karanlıktı... 50m2 evimizde salonun hemen yanındaki mutfağa bile gitmek midemi kelebeklendirirdi. Susayıp korkudan mutfağa gidemediğim bir gün babamlar "git kızım biz sana bakıyoruz" dediler. Korku olunca işin içinde, öyle kolay olmuyor o hemen gidip gelmeler... Gidip ilk bulduğum bardağı kafama diktim. Acı bir deneyimdi; su değil rakıymış içtiğim... Ölüm de o rakının ani şok etkisi ve yakışı gibi bir şeymiş. Kendi ölümünden korkmak anlamsızmış da, keşke sevdiğim ölmeseymiş... Anneannem... Klasik laflar evet; bizim ilişkimiz çok farklıydı, onun bendeki yeri ayrıydı falan... Ne yaptıysam, ne yapmışsam emeğini ödeyemediğimi hissettiğim insan... Kendimde onun fedakarlığının zerresini göremedikçe daha da hayranlık beslediğim insan... Benim şu anki varlığıma, şu anki Sevgen'nin tüm hücrelerine kattığın her ne varsa teşekkür ederim. Beni yoğurduğun için, beni sevdiğin için, bana kızdığın için... Annemin babamın olamadığı her an bana yokluklarını hissettirmediğin için, herkese karşı yanımda olduğun, beni şımarık bir ufaklık değil paylaşmayı seven bir tek çocuk olarak yetiştirdiğin için... Minnettarım! Yavaş yavaş eriyişini ilk gördüğümde öl istedim anneanne... İtiraf ediyorum, gerçekten kalpten istedim bunu... Bunu diyebileceğimi tahmin etmezdim ama "ölsün" dedim. Yeterki acı çekmesin. Eh tabii şimdi diyorum ki; bir yolu olsaymış ölümsüzlüğün, dondurabilseymişiz anı... Güldüğün halini o kadar sevdiğimi fark etmemiştim daha önce. Ölünce anladım. Gözümün önüne gelen gülen yüzün kalbimi sıkıştırıyor ara ara, göz yaşlarımı birden çeşme gibi akıtıyor. Geçenlerde rüyamda gördüm seni. Nasıl gerçekti... Sarılıyorum, sarılıyorum; "gitmem lazım anneanne, bu rüya uyanmam lazım" diyorum. Sesini çıkarmıyorsun, tekrar sarılıyorum; tekrar tekrar tekrar... Anılar tek tek aklıma geliyor bir de... O kendime yol edindiğim "şimdide yaşama", "akışına bırakma" halleri uçup gidiyor. 14 yaşımdaydım, yazlıkta, çok fena aşık olmuştum. Sana söylememiştim, sen de anlamadın sanmıştım. Hayatımın ilk boğazıma takılan koca düğümü ile masadan kalkıp hıçkıra hıçkıra ağladığım gün "kızım büyüyünce geçecek" dediğinde aramızda bambaşka bir bağ olduğunu fark etmiştim. Ve artık anlamıştım, senden gizli toprağa döktüğüm sütleri de biliyordun besbelli... Gizlice gece evden kaçıp arkadaşlarımla sahilde otururken, üzerinde beyaz geceliğin, takma dişlerin ise evde , karanlıklar içindenden gelişin ne çok güldürmüştü beni. "Hayalet gibi" geldi anneannem diye kuzenler arasında kahkaha dolu bir anı oldu ve tabii liseli bir kızın ceza alıp ertesi gün evden çıkamadığı bir "dram" olarak kaldı hafızamda :) İnsan "hayalet gibi" derken düşünemiyor bir gün cansız bedenini görüp, soğuk alnından, yanağından öpeceğini... Dünyayı gezdi anneannem, onun kadar gezer miyim bilmem... Eh her yaşlı gibi de çok konuşurdu, eline almayı versin bir seyahat fotoğrafını... Ne çok kaçardık dinlemekten, ne çok gülerdik o aynı şeyleri saatlerce anlattığında. Annem derdi "Sonra çok üzülürsünüz gülmeyin" diye... Anneanne, hadi gel anlat! N'olur. Gerçeklik ve sahtelik arasında gidip geliyorum. Gerçek varlığı mıydı, yoksa yokluğu mu kafam allak bullak oluyor bazen. Gerçeğin" şu an" olduğunu bilsem de diyorum ki "gülecek yine"... Yine aynı şeyleri söyleyecek. Yine o izlediği saçma bir hint dizisinin hikayesini anlatacak... Yine kendi Hindistan seyahatinden bahsedecek ve yine soracak "Japony güzel mi gideyim diyorum bu bahar" diye... Bir ümit vardı içimde, anneannem bu yaşama aşkıyla toparlar kendini gider baharda Japonya'ya diye... Evinde sana aldığım camdan Mevlana, Hindistan'dan filli süs, Suriye'den bir cam şişe içinde kumdan yapılmış deve, Japonya'dan kitap okumaya devam edebilirsin ümidiyle alınmış bir kitap ayracı yani gittğim her yerden sana bir anı var. Sana almıştım onları. Senin olsun diye, benden sana kalsın diye. Sen yoksun. Onlar kaldı. Öylece duruyorlar evin özel köşelerinde. İnsan alıp götüremiyor anılarını. Kalanlar da anılara boğulursa nefesi kesiliyor ama bir yandan da o anılar gülümsetiyor insanın yüzünü... Özledim anneannene... En azından orada bir yerde olsaydın. Varlığını görmesem de hissetseydim. Annem bana kızdığında anneanneme şikayet etsem anneme kızar deseydim. Çok zormuş anneanne ölümü kabul etmek. Nasıl kabul etmişsin dedemin genç yaşta ölümünü? Senden bunu da öğrenmem gerekirmiş demek ki... Özellikle kullanıyorum bu kelimeleri "ölüm", "ölü"... Gerçek bu çünkü. En az doğum kadar, en az aşk kadar, en az mutluluk kadar gerçek, belki daha bile gerçek... Ölü yüzünü ilk gördüğümde, ilk öptüğümde daha sıcaktın... Sadece birkaç saat olmuştu öleli. 1 gün sonra gördüğümde; rengin solmuştu, tenin soğumuştu. Bana yine bir şey öğrettin anneanne. Tutunduğum güzelliklerin, insanların, eşyaların, maddelerin gerçek olmadığını... Yani bana hayatın tam kendisini öğrettin. Doğuyorsun, ölüyorsun ve sadece şimdi varsın dedin bana. Biriktirdiğin güzel anıların oluşturduğu sen, sadece şu anda varsın. Ve o anılar yüzümdeki çizgilerde gizli belki, sarkan derimde, beyaz saç tellerimde. Bir kaç gündür düşünüyorum, yüzümdeki hangi ince, hangi derin çizgi sana en son güldüğümden ya da sana en son ağladığımdan yerleşti yüzüme diye... Seni seviyorum anneanne. Etten kemikten olan varlığının ötesindeki seni seviyorum.


bottom of page